Yakın zamanda İsrail ile İran arasında yaşanan doğrudan askeri çatışma, yıllardır gölgede süren vekâlet savaşlarının ve örtük tehditlerin gerçek bir yüzleşmeye dönüştüğü kritik bir andı. Hedefler netti; mesajlar açıktı. Ancak sonu yine muğlaktı. Bir ateşkesle şimdilik durdurulan savaş, çözülmemiş sorunları, derinleşmiş güvensizlikleri ve yeniden patlamaya hazır gerilimleri içinde taşıyarak ertelendi.
Bu tür savaşlar genellikle tarihsel karşılaştırmalarla ele alınır. Tıpkı Körfez Savaşları gibi. 1991’de başlayan ve 2003’te ikinci perdesi sahnelenen bu çatışmalar, ABD’nin bölgedeki “yeni düzen” arayışının simgesiydi. Ama dünya o günden bu yana yalnızca değişmedi; aynı zamanda hızlandı. O dönemlerde bir savaşın ikinci aşaması için on yıl beklenirdi. Bugün ise dünya o kadar sabırlı değil. Zira teknoloji, yapay zekâ ve askeri algoritmalar çatışma süreçlerini hem hızlandırıyor hem de daha öngörülebilir kılıyor.
Artık bir savaşın sahaya inmesi için yıllarca beklemeye gerek yok. Uydu destekli istihbarat, otonom silah sistemleri, yapay zekâ tabanlı hedef analizleri ve kriz simülasyonları, karar alma süreçlerini milisaniyelere indiriyor. Savaş, artık sadece generallerin masasında değil; makinelerin işlem gücünde şekilleniyor. Planlama, hız ve yanıt refleksi artık insandan değil, yazılımdan geliyor. Bu durum, büyük güçlerin çatışma refleksini keskinleştiriyor, sonuçlarını ise daha yıkıcı hale getiriyor.
İsrail’in Demir Kubbe’ye dayalı savunma sistemi, bu çatışmada alarm verdi. İran’ın eşzamanlı füze ve insansız hava araçlarıyla gerçekleştirdiği saldırılar, bu sistemin sınırlarını aşarak kırılganlığını açığa çıkardı. Sınırlı coğrafya, sınırlı nüfus ve sonsuz tehdit altında olan bir ülke için bu sadece teknik değil, aynı zamanda varoluşsal bir uyarıydı. Tel Aviv’in ateşkese yönelmesi bir tercih değil; bir zorunluluktu.
Öte yandan İran, yıllardır ekonomik ablukayla, iç çalkantılarla ve dış kuşatmalarla direnç geliştirmiş bir aktör. Yanıtını yalnızca Tahran’dan değil; Şam’dan, Bağdat’tan, Beyrut’tan ve Yemen’den verdi. Devlet merkezli değil; çok merkezli ve çok katmanlı bir savaş pratiği inşa etti. ABD’nin bu yapıyı hâlâ geleneksel yöntemlerle çözmeye çalışması şaşırtıcı değil. Körfez’den bu yana süregelen bir yanılgı var: Askerî zafer ile siyasî çözüm arasında hâlâ derin bir boşluk bulunuyor.
Tüm bu gelişmelerin ortasında asıl soruyu sormak gerekiyor: Bu savaş bitti mi, yoksa daha yeni mi başlıyor?
Bugünün sessizliği, geçmişin değil; geleceğin sessizliğidir. Ve bu sessizlik uzun sürmeyecek. Çünkü artık zamanlar değişti; kararlar daha hızlı alınıyor, savaşlar daha çabuk başlıyor ve çoğu zaman insanlar ne olduğunu bile anlamadan bitmiş oluyor. İsrail-İran çatışmasının ikinci perdesi, 10-15 yıl sonra değil; belki birkaç ay, belki bir iki yıl içinde yeniden kapıyı çalacak. Çünkü dünya artık zamana değil; veriye ve güce göre hareket ediyor.
Ama savaşlar yalnızca stratejiyle, haritalarla ya da algoritmalarla yazılmaz. Asıl savaş, insan hayatında yazılır. Her düşen füze, sadece bir hedefi vurmaz; bir çocuğun sessizliğine, bir annenin ve babanın yüreğine, bir halkın hafızasında açılan kara bir boşluğa dönüşür. Hangi taraftan gelirse gelsin, hangi teknolojiyle planlanırsa planlansın, savaş sonunda insanın kalbine iner — derin, görünmeyen ama asla iyileşmeyen bir yara gibi.
Çünkü Albert Camus’nün dediği gibi:
“Savaş, kimsenin kazanmadığı bir utançtır.”