2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli’nin duvarları, yalnızca alevlerle değil, bu ülkenin adaletle, eşitlikle, vicdanla kurulamamış geçmişiyle kavruldu. 33 aydın, sanatçı, düşünür ve iki otel çalışanı, göz göre göre, kalabalık bir güruhun “yakın!” çığlıkları eşliğinde diri diri yakıldı. O an, sadece bir otel değil; bir ülkenin vicdanı da yandı. Ve o yangın hâlâ sönmedi.
Oysa bu kıyım, aniden parlamış bir cinnet değildi. Alevilere karşı sistematik dışlama, Osmanlı’nın merkezileşme süreciyle başlamış, Cumhuriyet’le biçim değiştirerek devam etmiş bir devlet politikasıdır. 1514 yılında Yavuz Sultan Selim, Safevîler’e karşı düzenlediği Çaldıran Seferi öncesinde, on binlerce Kızılbaş Alevi’yi fetvalarla katlettirdi. Bu, Osmanlı tarihinde mezhebe dayalı ilk büyük kıyımdı. Sadece bir inancı değil, aynı zamanda iktidarın dışında kalan bir halk tahayyülünü yok etmeye dönüktü.
Cumhuriyetle birlikte bu dışlayıcı politika sona ermedi. 1937-38’de Dersim, “ıslah” adı altında bombalandı. Resmî rakamlar 13 bin dese de, gerçek sayılar çok daha fazladır. Kadınlar, çocuklar mağaralarda yakıldı. “Türkleştirme” politikası, Alevi-Kürt kimliğini hedef aldı. 1978’de Maraş’ta, 1980’de Çorum’da evler işaretlendi, insanlar mezhepleri yüzünden linç edildi. Ve her seferinde devlet ya oradaydı ya da yokmuş gibi yaptı.
Sivas Katliamı, bu tarihin yeni bir halkasıydı. Pir Sultan Abdal’ı anmak için Sivas’a gelen insanlar, gerici ve örgütlü bir linç kampanyasının hedefi oldu. Sloganlar atıldı, fetvalar dağıtıldı, güvenlik güçleri seyretti. Ve sonunda, o utanç verici yangın başladı. O an sadece aydınlar değil; bir ülkenin kültürel mirası, söz hakkı, çok sesli geleceği de yakıldı.
Bu karanlık çizgi birkaç yıl sonra 1995 Gazi Mahallesi olaylarında tekrar sahnelendi. Alevilerin ve muhaliflerin yoğun yaşadığı bir mahallede kahvehaneler tarandı, halk sokağa çıktı. Polis, orantısız bir güçle bastırdı. Resmî rakamlara göre 17 kişi, tanıklara göre daha fazlası yaşamını yitirdi. Gazi, tıpkı Sivas gibi, devletin adaletsizlikle şekillendirdiği haritada susturulmak istenen bir bellekti. Çünkü Aleviler bu ülkede sadece farklı inandıkları için değil; aynı zamanda eşitlik, adalet ve özgürlük istedikleri için hedef oldular.
Bu yüzden mesele yalnızca bir inanç meselesi değil; bir yurttaşlık meselesidir. Alevilik, yalnızca bir mezhep değil; aynı zamanda yüzyıllardır ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, sesi bastırılanların taşıdığı bir vicdandır. Bu vicdanın kökleri, Hacı Bektaş-ı Veli’nin “eline, beline, diline sahip ol” düsturunda, Pir Sultan Abdal’ın darağacında söylediklerinde, Şeyh Bedreddin’in “yeryüzü sofraları” hayalinde yatar. Bedreddin’in “Her şey ortak olacak, ne var ne yok halkındır” sözü, sadece bir siyasal itiraz değil; Alevi felsefesinin özüyle birleşen bir eşitlik çağrısıdır. Alevilik, saraya değil, halka yaslandı; fermanı değil, dermanı aradı. Her dönemin zulmüne karşı, inadına barışı, adaleti, türküleri, şiiri, paylaşımı savundu. Ve bu yüzden her iktidar döneminde susturulmak istendi.
Ama o vicdan, 2 Temmuz’da Madımak Oteli’nin merdivenlerinde bir kez daha susturulmak istendi. Aydın ailesinden iki kardeş, Asım ve Mehmet Aydın, birlikte geldikleri otelde birlikte can verdiler. Birbirlerinin üzerine kapanarak korumaya çalıştılar; ama alevler kardeşliği de, insanlığı da dinlemedi. Koridorlarda şiirler okunuyordu. Son nefesinde Behçet Aysan’ın cebinden çıkan notta şu satırlar vardı:
“Ben yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…”
Metin Altıok’un dizeleri dumanla karıştı. Hasret Gültekin’in bağlaması sustu. Asım Bezirci’nin kelimeleri yandı. Bir ülkenin kültürü, vicdanı, umudu yakıldı. Ve hâlâ da küller içinde bırakıldı.
Çünkü bu ülke, Sivas’la yüzleşmedi. Çünkü Madımak hâlâ gerçek bir utanç müzesi değil. Katillerin bazıları milletvekili oldu, bazıları zaman aşımıyla kurtuldu. Devlet hâlâ cem evini ibadethane saymıyor. Hâlâ Alevi kimliğini tanımıyor. Hâlâ eşit yurttaşlık lafla geçiştiriliyor.
Oysa demokrasi, geçmişle hesaplaşmadan kurulmaz. İnsan hakları yalnızca anayasal metinlerle değil; toplumsal hafızayla, adaletle, cesaretle işler. Bu ülkede gerçekten eşit bir toplum inşa edilecekse, bu ancak acıları tanıyarak, sesleri bastırmak yerine duyarak, kül olmuş bir tarihten hakikati çekip çıkararak mümkün olacaktır.
Çünkü bu yüzleşme ertelendiği sürece, Madımak hâlâ yanıyordur. Gazi Mahallesi hâlâ kan kokuyordur. Maraş’ta kapılar hâlâ kilitlidir. Dersim’de susturulan ağıtlar hâlâ içimizdedir.
Ve biz hâlâ dumanın içindeyiz.